BEYAZ KEHRİBAR
Mercan yokuşunda ahşap han odası
taş parçaları, kömür tozu, iplikler, el tornası
benzi solmuş gençliğim
küf kokusu : geldiğim gün pencerenin pervazına astığım ayna
loş
karanlık resimler : ömrü tavan arasında geçmiş uykunun resmi
sıvaları dökülmüş özlemin resmi
ince uzun
gülmeyi unutmuş yüzüm
avuçlarıma sığmayan bir hüzün
Sabah ezanıyla fırlıyorum yataktan
bir kadın akşamdan kalan çamaşırları topluyor balkonda
çiy düşmüş kaşlarının arasına
bir çocuk elinde gazeteler : köşeyi döner dönmez aydınlanıyor kentin
yüzü
sesi alıp gidiyor gecenin zifirini
cama vuran ışıkta saçlarını tarıyor bir güvercin
bir vapur düdüğü gölgesini düşürüyor gökyüzünden
bir bulut elini yüzünü yıkıyor evlerin
bir rüzgar usulca söndürüyor ufkun kandilini
Usta gelmeden tozunu almalı, tornanın, bıçakların, anıların
hiç iz kalmamalı dün geceki rüyadan
geldiğim günden beri öylece duruyor testide su
testinin suyunu değiştirmeli
geldiğim günden beri öylece duruyor duvarda Kraliçe Süreyya
Aşık Veysel
Hazreti Ali : cenge durmuş Kan Kalesi önünde
usta gelmeden tozunu almalı resimlerin bir de gençliğimin
geldiğim günden beri duruyor anamın mektupları koynumda
bir acılı türkü
bin gurbet
usta gelmeden tozunu almalı kederin ve özlemin
bir de benzi solmuş gençliğimin
Çay hazır, ekmek sıcak, gün başladı mı usta
sokaklarda gürültü kıvılcımları
az zeytin, az ekmek, kürt böreği, çay hazır
çok insan, az uyku, örümcek bağlamış bir gün daha
az sevinç, az umut, ekmek sıcak
usta başım dönüyor gün başladı mı
kızlar geçiyor gözlerimin içinden : overlokçu, ütücü, ilikçi
ellerinde naylon torbalar, renkli gazateler
düşleri yarım kalmış
soluk
usta başım dönüyor bakamıyorum kızlara
çay hazır
tozunu aldım acının, hüznün bir de rüzgarın
ekmek sıcak
siparişleri götüreyim mi
ibrişim kalmamış
gün başladı mı usta
dönüşte uğrarım bileyciye, daha yeni verdim bıçakları
Gün başladı, şimdengerü eyvah bana vah bana
Gün başladı, serçeler
birer birer kayboldu gül harmanında ufkun
- Bu iş akşama kalmaz biter usta
Gün başladı, ey rüzgar
nereye götürüyorsun dizinde uyuduğum geceleri
- Bu iş akşama kalmaz biter usta
Gün başladı, havalandı güvercinler
yüzünde bulutlar yeşermiş bir genç kızın memeleri arasından
- Bu iş akşama kalmaz biter usta
Şimdengerü eyvah bana vah bana
Mercan yokuşunda ahşap han odası
taş yontuyorum tesbihe, yıllardır yüreğimde damıtarak öfkeyi
alnıma düşmüş perçemi özlemin
alnıma düşmüş bıçak sapı, gerdanlığı, muskası özlemin
kuşluk vakti semaverinde demlenen özlemin
gün batımında yer sofrasında bölüşülen özlemin
Yıllardır ne muska ne gerdanlık
bir avuç taş : kan, ter ve kehribardan
muska ki tövbenin sesiyle bezenmiş her ayeti
gerdanlık, ablamın çeyiz sandığında küflü bir resim
ve çeliğinde nakışlar yok artık Suvazlı bıçakların
mapusa düşeli beri ağabeyim
Tesbih yontuyorum acının madeninden
her bir danesi gözbebeğim kadar
ipliği ibrişimden
simsiyah
mavi damarlı, narin, deseni hüzme ayarlı
- Bu iş akşama kalmaz biter usta
Bir elim tornanın karanlık çarkında kör alev
bir elim bıçağın ucunda saçları ağarmış rüzgar
ne muska ne gerdanlık
tesbih diziyorum sabah yelinde saman savurur gibi
orak biçer gibi güz harmanında
tere kesmiş her yanım
kan
sızıyor ağzımın kenarından
gün ikiye devrildi sevincim nerde usta
kederim nerde
sevdüğümün saçları gibi ibrişimler
diziyorum diziyorum bitmiyor
sabır diyor siyah gözleri
bir ilmek bir ilmek daha
ipten taşiyor dane
yürekten sevda taşıyor
hicrana kesmiş her yanım
gurbete kesmiş
alnımın çatından
trenler
geçiyor durmadan
sılam nerde usta
gurbetim nerde
Ay çıkmış davarları suvarmışım yıldızlar doluşmuş gözlerime
kanat çırparak süzülüyor başımın üstünden akşam rüzgarı
Avucumun içinde tesbih daneleri, aklımda Horasan'dan bindiğim tren
(Yine daldın diyor usta, gün devrildi kim yontacak bunca taşı)
kuytu bir güz akşamı, kaç yıl önceydi
siperliği erimiş bir kasket, üçüncü mevki bir bavul : tahtadan
yeri yurdu belirsiz bir bilet
yeri yurdu belirsiz bir heyecan
ağır
dört gün dört gece
ağır gidiyor tren, bacımın ağladığını görüyorum yaşmağının
altından
bir beyaz mendil anamın elinde
dört gün dört gece
Kuytu bir güz akşamı
ağabeyim de mi böyle bir trenle gitmişti İzmir'e usta
"Bilader, elbet Oltuluyuz. Taş işlemek baba sanatı. Taşı tesbihe,
bıçak sapına, yüzüğe, gerdanlığa, küçük küçük heykellere
yontmak bizim işimiz. Erzurum'da Mustafa Şeyhler camisinin şerefesindeki
yarım batıya dönük güneş saatini dedem yapmış. Hani Ahmet Celal'le
ilk kez Erzurum'a gittiğimizde görüp de hayran kaldığın Fizo Baba'nın
evinin ön yüzünü kaplayan süsleme taşları da, öyle derler. Bilirsin
dayımın Taşmağazalar'daki dükkanını. Yalnız tesbih üzerine
çalışırdı. Acem Şahına, Yemen Kıralına tesbih bu dükkandan
giderdi. Hacılar Hanına inen kervanlar ilkin dayımın dükkanına
uğrardı. Atalarım ki taşın her türlüsüne hükmetmiş ben neden
hükmetmeyeyim deme. Bilader bil ki artık taş yontmada iş yok. Bereketi
tükendi. Dayımın sonunu biliyorsun. Taşın da gavuru çıktı.
Gömleğin naylonu gibi, çarığın lastiği gibi taşın da şimdi camı
var, mikası var, bekalit mi neyi var artık. Zifti döküyorlar yüzüğün
kaşına anla bakalım taş mıdır nedir. Cemşid'in Ali Alamanya'da. Ben
fırıncılık yapacağım gayrı. Bıktım usandım. Ya kapağı atmalı
Alamanya'ya. Ya..."
Yine daldın diyor usta, gün devrildi kim yontacak bunca taşı tesbihe
En iyisi fırıncılık, yak ateşi geç karşısına
nar gibi ekmekler
pirina
palamut
odun talaşı: genzime yapışmış gitmiyor kokusu
usandım soğuktan, zalım ayazdan
Sabah erkenden girersin hamura, her yanın un
su buz gibidir, hani bilmesen sanki Erzurum'dan bir punar
tekne desen deryalar kadar
yoğur
saçlarını örer gibi hamurun
yoğur
taşsın çağlayanları bereketin
yoğur
bir bayram sabahı elini öper gibi ananın
ölçülü koy tuzunu ama
Gün ışır birazdan, hamur hazırdır, radyo açılmıştır
dudağının ucunda bir türkü
geçersin küreğin başına
akşamdan beri yanıyordur ocak
sanki irem bağı, gir içine bağdaş kur
çevrende elvan elvan çiçek açmış ekmekler
koy binite topak topak hamuru
salla
hele ramazansa peynirli kıymalı pide
güveç, güllabi, baklava
peksimet
Yapışmış genzime gitmiyor kokusu
Öyle midir dersin usta?
Kuytu bir güz akşamı, kaç yıl önceydi
(Yine daldın diyor usta, gün devrildi kim yontacak bunca taşı)
avcumun içinde boynu bükük bir mendil
kumaşı gözyaşından dokunmuş bir mendil
bar tutarken gelinlere savurduğum mendil
kar mı yağmur mu belli değil, ağır ağır uzaklaşıyor tren
başım askere bağlı
mapusta ağabeyim
anam
kar üstünde can vermiş bir serçe gibi
öyle sessiz ve kendinden habersiz
Tren hızlandıkça büyüyor elleri, yalnız elleri
yüzünden boşalan bir hüzün seli
yitiyor gözbebeklerimde
Bıçağa vuruyorum taşı
usul usul dönüyor tornanın kolanı
bıçağın hası Suvazlı ustaların çelik hamurundan, öyle mi usta
kolu çevirdikçe eriyor taşın yüzü
ve tükeniyor dermanım
bir avuç kömür tozu
silmek için kirini, pasını, karanlığını taşın
kömürün hası Zonguldaklı işçilerin alınterinden, öyle mi usta
sildikçe parlıyor taşın yüzü
ve tükeniyor dermanım
bir çanak su
arıtmak için taşı hüzünden kederden ışıl ışıl bir sevince
suyun hası bizim ordan, Kargapazarı dağında bir kaynaktan, öyle mi usta
yudukça can geliyor taşın yüzüne
ve tükeniyor dermanım
Bu iş akşama kalmaz biter usta
Kuytu bir güz akşamı, kaç yıl önceydi
(Yine daldın diyor usta, gün devrildi kim yontacak bunca taşı)
dağların kaşları arasından geçiyor tren
ırmak tünellerinden
kuş sürüleri içinden geçiyor, göllerin uykulu yüzünden
- Kapağı Alamanya'ya atamadık bilader
bir yıl Ankaralarda sürttüm
on aydır da burada, İzmir'de bir fırındayım
hiçbir hakkımız yok
güvenliğimiz yok
kaydımız yok
iznimiz yok
fazla mesaimiz yok
adamlığımız yok
Şimdengerü eyvah bana vah bana
Rüzgarın altına binmiş gidiyor tren
koyunlar kuzulamış
köyler bomboş: davarlar, çocuklar, çadırlar yaylada
yağmur yağıyor kentlerin çatısına
anam lavaş ekmeği sarmış mendilime
kete
taze lor, cücüğü gövermiş soğan
- On aydır çalışıyorum burada, İzmir'de bilader
and verip el ele kavuşturduk
baş koyduk
tehdit
dayanışma
ardından yıldırma
hak dedik, alınterimiz, gücümüz, geleceğimiz, onurumuz
ardından fitne fesat
ardından cop, dayak
Işık bulutları içinden geçiyor tren
sevinç mi tasa mı bilinmez
cama dayalı alnım
gün indi inecek
dilimin ucunda bir türkü Leyla Nur'un sesinden
"Direksiyon elimizde
ne varsa dilimizde
sen darılma kara gözlüm
fesat yok kalbimizde
Küçük yaşta yollara
atmış bizi felek
sen hancısın biz yolsuyuz
sevda nemize gerek
Hayat yolu karanlıktır
gel yakalım farları
şoförleri efkar basar
yollarda akşamları"
Soluk almadan geçiyor tren bir dağdan bir dağa
bir ovadan bir ovaya
bir buluttan bir buluta
biri saz çalıyor gözleri sılada
biri kasketini örtmüş yüzüne derin hülyalarda
Samsunlu hoca durmadan namaz kılıyor: hak saklasın beladan
bir asker mektubunu okutuyor gar bekçisine
mektup
açmış kollarını savruluyor gecenin dehlizinde
- Dün Konak meydanında... Oysa hiç görmemiştim kendisini. Şimdi
içimde onu yıllardır tanıyormuşum gibi bir his var. Sanki birlikte orak
biçmişiz bizim tarlada. Askerde el ele tutuşup devriye gezmişiz.
Birlikte içip birlikte nara atmışız sanki bacının düğününde.
Neyse... İspirli Cemal'le halen Buca cezaevindeyim. Beni düşünme
bilader. Pişman değilim. Gözlerinden öperim. Ağabeyin."
Şimdengerü ne eyvah bana ne vah bana
Kuytu bir güz akşamı iniyorum İstanbul'a. Hiç bu kadar ışık görmemişim
sanki yıldızlar boşalmış da gözlerimden
yeryüzünü kaplamış
Mercan yokuşunda ahşap han odası
ağızlık ve tesbih yontuyorum, ne muska ne gerdanlık
ağabeyim mapusa düşeli beri
tesbih değil de insan sureti
dişlerini bilemiş, kollarını sıvamış bir hamur teknesini başında
aydınlığın en ön safında:
Bu günler de elbet geçer bilader
ne korkudan çıldırmış bir ceylana benziyor
ne çay kırağında susamış da tuzağa düşmüş bir tavşana
söğüt dalından düdüğünü öttüren bir serçe gibi
avucumun içinde
kanatlarıyla göğün zırhını yaran bir atmaca gibi
göğüs kafesimde
bir yiğit kartal gibi, dağlar kadar pençesi
canlanmış konuşuyor sanki
geçmişimi anlatıyor, geleceğimden söz ediyor
Bu iş akşama kalmaz biter usta
Ben çıkarıyorum çünkü taşı Kargapazarı dağında bir kar harmanından
bir kaynak suyunun derin oluğundan
solgun benizli meşe ağaçlarının bağrından
güvercin benekli kayaların sarnıcından
Oltu çayının rahminden çıkarıyorum, bir serçenin donmuş sesinden
damarları kurumuş bir türkünün yoksul sesinden
gündüz bereketi haczedilmiş toprağın sesinden
Bu iş akşama kalmaz biter usta
Eskiden heykel, muska, kupa, gerdanlık, bıçak sapları yaparmış dedelerim
şimdiyse ne muska ne gerdanlık
tesbih yontuyorum sadece
zarif işlemeli
Oltu çayında çiçek açmış çakıltaşları gibi pırıl pırıl
kar altında düşe yatmış
buğday
taneleri gibi
sabah serinliğiyle öpüşen bir geyiğin gözleri gibi
menevişli
Bu iş akşama kalmaz biter usta
Düneyin mektup aldım ağabeyimden
İzmir mapusundan Sinop'a sürgünmüş
isyan mı çıkarmış ne, bir güz bile geçmedi gideli
bir ağızlıkla bir tesbih göndereymişim
zarif işlemeli, halis Oltu taşından
Bugün postaladım ağızlıkla tesbihini